Prof. Dr. Aslı Tunç

Yirmi yıllık BİLGİ serüvenime dönüp baktığımda tüm akademik hayatımın nasıl da bir kurumun tarihiyle örtüştüğünü fark ettim. Dile kolay tam yirmi koca yıl. Akademik, duygusal, toplumsal sayısız iniş-çıkış, sayısız anı. Ben de ta en başa gitmek istedim. BİLGİ’ye adım attığım ilk zamanlara…

Yıl 2001. Amerika’da doktoram bitmiş, sonrasındaki bir yılı da hem orada ders vererek hem de bundan sonraki yaşantıma yön verecek üniversiteleri araştırarak geçiriyorum. Gönlüm Türkiye’ye dönmekten yana. Açıkçası devlet üniversitelerinin iletişim fakültelerine başvurmaya hiç niyetim yok. Annem mektuplarının içine özenle kestiği yeni açılan vakıf üniversiteleri hakkındaki haber kupürlerini iliştiriyor. En çok da BİLGİ ile ilgili haberler ilgimi çekiyor ve CV’mi gönderip şansımı denemeye karar veriyorum.

İletişim Fakültesi Dekanı, Aydın (Uğur) Hoca o zamanlar. Yazın Türkiye’ye tatile geldiğimde görüşmek için randevulaşıyoruz. O tarihi beklerken içim içime sığmıyor. Sıcak bir temmuz günü Kuştepe denilen, daha önce hiç adını duymadığım bir mahalleye doğru yola çıkıyorum. Elimde özenle hazırladığım, akademik geçmişimi, planlarımı, araştırma hedeflerimi içeren heyecandan ve sıcaktan elime yapışmış bir dosyayla mahalleye giriyorum. Bu yoksul mahallede mi kurmuşlar koca üniversiteyi? Tamam, şehir üniversitesi de biraz yeşillik de olsaydı fena olmazdı hani? Hafif bir düş kırıklığı. Ancak bu duygum binaya adımımı attığım an değişiveriyor. Kırmızı zeminleri, unvan yazmayan turuncu ofis kapıları ve güler yüzlü çalışanlarıyla buranın Türkiye’de hiç de benzerini görmediğim bir kurum olduğunu hissediyorum.

Aydın Hoca, rafine bir zevkle döşenmiş dekanlık ofisinde ağırlıyor beni. Babacan tavrıyla sohbet ederken ben zorlu bir iş görüşmesinden geçtiğimi fark etmiyorum bile. Önüme pek çok ders listesi koyuyor. “Bu derslerden hangisini verebilirsin?” diyor. Müthiş bir özgüvenle “hepsini” diyorum, “hepsini verebilirim”. “Git Philadelphia’daki evini topla gel, eylülde işe başla” cümlesi BİLGİ ailesine katılmamı müjdeliyor. O anki mutluluğum, sıradan bir akademik iş bulmanın çok ötesinde. Üniversiteme derin aidiyet duygum aslında o gün başlıyor. Türkiye’ye kesin dönüş biletimi 11 Eylül’e alıyorum; İstanbul’a dönüp yepyeni bir akademik hayata başlamanın heyecanıyla. Aynı gün yaşanan saldırılar benim kişisel hikâyem için de bir dönüm noktası oluyor böylece. Sonradan öğreniyorum ki fakültede benim Amerika’da mahsur kaldığımı sanmışlar. Bense Kuştepe’yi ısrarla arayıp durumumu anlatma çabasındayım. Telefonda beni bekleme müziği olarak Pink Floyd’un ünlü şarkısı “We don’t need no education” karşılıyor. Ah bu BİLGİ, çok farklı bir yer…