Prof. Dr. M. N. Alpaslan Parlakçı

İstanbul Bilgi Üniversitesi, mensubu olmaktan her zaman iftihar ettiğim, benim için aile sıcaklığında ve adeta yuva mesabesinde bir kurum olmuştur. BİLGİ ailesine katılma hikâyemi kısaca anlatmak isterim. 1998 yılının Mayıs ya da Haziran ayı olsa gerek o dönem araştırma görevlisi olarak çalışmakta olduğum Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde yüksek lisans çalışmamın son aşamalarındayım ve tezimi tamamlamak üzere Kuzey kampüsteki kare binanın ikinci katında Mekatronik Laboratuvarı’nda bazen sabahın ilk ışıklarına kadar yoğun mesai harcıyorum. Laboratuvarda çalışan başka araştırma görevlisi arkadaşlarla bir gün sohbet arasında yeni kurulan vakıf üniversitelerden bahis açılınca bir arkadaşım o zamana kadar ismini henüz duymamış olduğum İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden de bahsetti. Ben de acaba araştırma görevliliği için bir ihtiyaç var mıdır diye merakla web sayfasından üniversiteyi incelemeye başladım. Ancak doğal olarak ilk fark ettiğim nokta, mühendislik fakültesinin olmayışıydı. Sonradan öğrenmiş olduğum üzere üniversitenin kurucularının kahir ekseriyeti sosyal bilim alanından geldikleri için özellikle sosyal bilim alanında öncü bir üniversite kurma hedefiyle yola çıkmışlardı. Bugün de BİLGİ Türkiye yükseköğretiminde sosyal bilimler alanında öncü olma vasfını güçlü bir şekilde korumaktadır diye düşünüyorum. Burada bir parantez açarak yıllar sonra mühendislik fakültesi kurma çalışmaları esnasında dahi sosyal bilimlerden aldığımız güç ve motivasyonla eğitim ve öğretim felsefesinde BİLGİ’ye özgü güçlü yanları barındıracak şekilde bir yaklaşım sergilendiğini vurgulamam gerekir.

Bu veçhiyle ağırlıklı olarak sosyal bilimler alanında bölümler olsa da Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde o zaman yer alan Matematik-Bilgisayar Sistemleri Bölümü’nü görünce şansımı denemek üzere bölüm başkanı olan Sevgili Ali Nesin Hocamıza araştırma görevlisi ihtiyaçlarının olup olmadığına ilişkin kısa bir e-posta yazdım. Bir süre sonra yazdığı cevabında bölümlerinde şimdilik açık bir pozisyon olmadığını bildirdi. Aradan üç ya da dört ay geçmişti ki ben bu süre zarfında yüksek lisansımı tamamlamış ve aynı bölümde doktoraya başlamıştım. Eylül ayı sonuna doğru Ali hocadan bir e-posta aldım, bölüme bilgisayar sistemleri alanı için yeni başlayan bir öğretim üyeleri olduğunu ve araştırma görevlisine ihtiyacı olduğunu iletince kendisinin de benim daha önceki başvurumu bu hocamıza ilettiğini ve görüşme için beni okula davet etmek istediklerini belirtmekteydi. Görüşmeye gittim ve orada tanıştığım bu hocamızın da Elektrik-Elektronik Mühendisliği alanından olduğunu öğrenince sanki kendi branşımdan bir mühendislik bölümüne başvuru yapıyormuş gibi heyecanlandım ve bir mühendis olarak çok da uzak olmadığım yazılım ve bilgisayar gibi alanlarda da çalışmaya başlamak üzere bu teklifi memnuniyetle kabul edeceğimi bildirdim.

Nihayet ekim ayı itibariyle göreve başlamış oldum. Bölüm zaten bir yıl önce eğitim ve öğretime başlamış olduğundan meslek dersleri açısından görece kalabalık birinci yıl grubuyla toplamda 7 öğrencinin olduğu ikinci yıl öğrenci grubu bulunuyordu. Bölüme alınan öğrenciler ilk yıl sonunda Matematik ve Bilgisayar olmak üzere iki ayrı alandan birini seçip devam ediyorlardı. Sevgili Ali hocamız soyut matematik müfredatıyla ilk yıl öğrencilerin zor bir tedrisattan geçmelerini sağlıyordu. Ancak burada zorlanan öğrenciler olduğu için kalabalık bir öğrenci grubu bilgisayar alanına yönelmekteydi. Öğrenciliğimde yazılım dili olarak Pascal öğrenmiş olsam da kısa süre içerisinde C programlama dilini de öğrenmek suretiyle birinci yıl Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden saat ücretli gelen bir hocamıza C programlama dersinin asistanlığını, ikinci yıl derslerinden ise tam da benim alanım olan lojik devreler dersinin asistanlığını yapmaya başladım. İşte benim de BİLGİ maceram 23 yıl önce bu şekilde başlamıştı.

BİLGİ’deki yıllarım içinde dikkatimi çeken en önemli husus profesyonel çalışma hayatının yanı sıra insan ilişkilerindeki sıcak ve güçlü iletişimin her türlü ast-üst yapısının önünde gelmesiydi. Bir konuda yazışma yapılması gerekiyorsa çoğu zaman bu konuda karşılıklı telefon ya da yüz yüze görüşmeyle durumla ilgili bir mutabakat sağlanır ve süreçler buna göre ilerletilirdi. Bu görüşmeler gerek akademik gerekse idari çalışanlar arasındaki bağları da pekiştirmekteydi. Üniversitedeki ilk yıllarımda fark etmiş olduğum bir konu da hiçbir akademik veya idari çalışanının unvan veya pozisyonuna ilişkin kapısındaki isimlikte ismi dışında bir şey yazmamasıydı. Bu uygulama bence BİLGİ’ye has bir vasıf olarak halen daha devam etmektedir. Fakülte yönetim kurulu toplantılarına kurul üyeleri dışında mutlak surette bölüm başkanı ya da temsilcileri de davet edilirdi. Bu toplantılara bazen bölüm başkanı katılamadığı zaman bölümü temsilen unvanı ne olursa olsun bir bölüm mensubu da katılırdı. Burada herhangi hiyerarşik bir beklenti olmazdı. Bunun en önemli faydasının akademik yaşantısının ilk yıllarında genç ve deneyimi az olan akademisyenlerin bu toplantılardaki usul ve erkanı izlemeleri ve idari konularda da deneyim kazanmalarına imkan verilmesiydi diye düşünüyorum. Buna ilaveten okuldaki tüm çalışanların ve öğrencilerin yeme-içme alanları her zaman ortaktı. Hiç unutmuyorum bir gün öğle yemeği esnasında o dönemki Rektör hocamız yemeğini almış olarak kendisi için boş bir yer ararken arkadaşlarımızla birlikte yemek yediğimizi görüp masada bizlere eşlik etmişti. Mütevelli Heyet Başkanı’yla da aynı şekilde yemekhanede, kafede ya da kampüs içindeki alanlarda karşılaşıp sohbet etme imkânına sahip olabiliyordunuz. Bu tablo üniversitedeki açık ve şeffaf bir iletişimin kuruluşu esnasında ne kadar önemsendiğinin bir göstergesiydi diye düşünüyorum. Yıllar içinde pek çok güzel anılar biriktirmiş olduğum BİLGİ ailesine iyi ki katılmışım diyorum.